31 Aralık 2010

Once Upon A Time In My Life - X

Aralık 31, 2010
2009 2010 2011





Kendi manzaramdan kendime bakıyorum yine ve yine bir yıl geride kalıyor, hikayeleri ile beraber..


1 Ocak 2010:
Hayatımın en sessiz sakin yılbaşını geçirdim. 3 kişi gece geç saatlere kadar muhabbet ettik.

11 Ocak 2010:
Dünyanın çeşitli yerlerinden güzel kişilerle tanışıp onları evimde ağırlamamı sağlayan CouchSurfing web sitesine üye oldum.

6 Şubat 2010:
Yapılan seçimler sonucunda SGAC'nin Ortadoğu Koordinatörü olarak seçildim.

26 Şubat 2010:
Çok güzel geçen 2009 Dünya Astronomi Yılı'nın kapanışını yaptık. Mükemmel bir konser eşliğinde mükemmel bir kapanıştı...

01 Mart 2010: 
Başkalarının Rüyaları isimli kısa filmin çekimlerine başladık. Film çekimleri ve kurgusu her şeyiyle çok güzeldi... O filmin yönetmeni muhteşem insanla (en azından kurgular süresince) yaşamak çok güzeldi. Muhabbetlerimiz değişilmez ve eşsizdi...

18 Mart 2010: 
Çanakkale'yi anlatan tiyatro oyunu Nesl-i Asım, 17. oyunum olurken 58.kere sahneye çıktım. Oyunun Çanakkale'yi anlatması itibari ile yaşadığım duyguların güzelliği bambaşka idi.

23 Mart 2010: 
Kazancılar Üniversitesi oyunu, 18. oyunum olurken 59. kere sahneye çıktım. Bu aynı zamanda tiyatrodan para kazanmaya başladığım ilk proje oldu...

6 Nisan 2010: 
Hayatımın ilk paskalyasını yaşadım, bol bol yumurta boyadım...

13 Mayıs 2010: 
Çetin Şen Bilim ve Sanat Merkezi'ndeki dünya tatlısı çocuklar ile Astronomi derslerine başladık...

24 Haziran 2010: 
ATOM'la beraber İzmir'de idik. Denizli'de doğduğum büyüdüğüm topraklarda idik...



17 Temmuz 2010: 
İki arkadaşı ile birlikte batı Makedonya turuna çıktık. Kamp yaparak gezdiğimiz çok güzel bir hafta geçirdik. Hayatımda olmadığım kadar yeşile ve doğaya gark oldum.

30 Temmuz 2010: 
Yine Doğdum! 25.yaşıma Prag'da girdim. Pastamda ilk defa yaşım kadar mum, çevremde de 4 güzel insan vardı...

21 Ağustos 2010: 
Almanya'da 3 hafta süren International Astronomical Youth Camp adındaki kampa katıldım. Bir sürü güzel insanla tanıştım. Unutulmayacak bir 3 hafta geçirdim.

23 Ağustos 2010: 
Çocukluk hayalimdi onu görmek... Dergi sayfalarından kesmiştim fotoğraflarını, saklamıştım yıllarca... Bu sefer gittim, gördüm ve ben çektim fotoğraflarını...

24 Ağustos 2010: 
Belgrad'ı gördüm, Tuna Nehri'ni gördüm... Hepsinden öte, Anci'yi tanıdım, mutlu oldum...

4 Eylül 2010: 
Yine bir astronomi kongresi, güzel konular, güzel tartışmalar, yeni arkadaşlar, eski arkadaşlar, güzel anılar, sıcak Adana...




21 Ekim 2010: 
Güney doğu illerini tek tek gezip, gökyüzünü ve yıldızları onbinlere taşıdık. Bilal beyin inanılmaz bir şekilde organize ettiği muhteşem bir proje, akıllarımıza, kalplerimize kazındı...

5 Kasım 2010: 
Ata'ma gittim, doğduğu topraklara, doğduğu eve... Selanik'i gördüm, gezdim...

22 Kasım 2010:
Hayatım değişti... Çok değişti... Yeni bir yol çiziyorum.

6 Aralık 2010:
Bugün yaptığımdan ötürü kendimi asla affetmeyeceğim.

11 Aralık 2010:
Dün gece, Belgrad'dan geldim eve ve dedim: "artık bitti!" ve beyaz şehir Belgrad'dan kendimi Tuna'ya bıraktım. Tuna da beni denizlere bıraktı...

22 Aralık 2010: 
Hayatımda ilk defa safra taşım oldu. Bugün öğrendim bunu, hayatımdaki en büyük ağrıyla...

29 Aralık 2010:
En güzel yılbaşı partisi başlıyor, o güzel insanlarla...

31 Aralık 2010:
Kendimce, güzel bir yıl geçirdiğimi düşündüm ve mutlu oldum....



(Fotoğraflar (sırasıyla) Dicle KOLUKISA, Ferit Ender ÇALGIN, H. Aziz KAYIHAN, Josh VEITCH-MICHAELIS, H. Aziz KAYIHAN, H. Aziz KAYIHAN ve Romi KUNTSMAN tarafından çekilmiştir. Logo CouchSurfing organizasyonunun tescilli logosudur.)

28 Aralık 2010

Astronomik Hareket Engellenemez!

Aralık 28, 2010
Eğer 1 dakika vaktiniz var ise aşağıda linki verilen anketi doldurmanızı rica ediyorum. Umuyorum ki birkaç aya kadar sonuçları aldığımızda, yaz ortasında veya güz başında hoş bir sürprizle beraber ortaya çıkacağız. Bunda sizlerin de bir parmağı olması ise olabilecek en güzel şey olacak.

https://spreadsheets.google.com/viewform?formkey=dDF3OG5vbjZJeUNvU0pRR1NjWUJKU1E6MQ

Şimdiden ankete katılan herkese çok teşekkürler...

26 Aralık 2010

25 Aralık 2010

Yeşil Işık

Aralık 25, 2010
NTV yeşil ışığı verdi sayın izleyici. "İnternetten film 1 dakikada, sarkı saniyede inecek!" başlığı ile artık film ve şarkı indirebileceğimizi mi kastetti bilemiyorum ama Türkiye'de (alında Dünya'nın birçok yerinde) internet kıyas ölçeği bu olmuş durumda.


Türk Telekom interneti hızlandırıyormuş falan ama yine pahalı. Şimdiki tarifelerle kıyaslayınca 100 Mbps internet paketi ucuz görünüyor ancak Dünya standartlarında pahalı (Dünya standartlarına göre Türkiye'de ne pahalı değil ki!..). İkinci bir nokta ise Türk Telekom'un eskiden beri devam eden bir kötü özelliği var. TT, yüksek hızlı internet paketleri konusunda çok kısır. Sunulacak paketler sade 50 ve 100 Mbps. Peki niye mesela 10 yok, yada 20? Tamam 8 Mpbs olunca 10 saçma gibi durabilir ama 20? Bunun temel sebebi ise, 100 ve 50 Mbps'nin günümüz ev kullanıcısı için biraz fazla olması. Bunun sebebini şöyle açıklayayım: Günümüzde herhangi bir webserver, tek bir kaynağa genelde 2-3 MB'tan fazla veri aktarımı yapmıyor ve işin açığı bu rakam gayet iyi. Bu şu demek: Torrent harici, direk kaynaktan çekilen dosyalarda hiçbir zaman 50 veya 100 Mbps'den %100 verim alamamak. Tabi 5-6 farklı kaynaktan dosya indirmiyorsak. Torrent bu kapsama girmiyor pek ama ikincil sorun şurada başlıyor: İndirme hastalığı bulunan insanların bir çoğu bilgisayarını gece açık bir şekilde bırakır ki, kullanılmayan saatlerde gerçekleşsin indirmeler diye... Peki günde 8 saat download yaptığımızı düşünsek... Yada 4 saat diyelim biz sonuç ne? Bir ay sonunda elinizde 100 Mbps hızla 4 TB veri bulurken 50 Mbps hızla 2 TB veri bulunuyor. Şu anda kimde bu kadar veriyi saklayacak kadar kapasite var?

Bunlar naçizhane düşüncelerim olmakla birlikte, 8 Mbps adil kullanım kotalı internete çamur atamadan edemeyeceğim: Eğer download yapmayacaksam, 8 Mbps gibi bir internete neden ihtiyaç duyayım. Vakti ile ayda ortalama 120 GB veri aktarımı yapan birisi olarak bunları söylüyorum. Benim bu kadar download yapmamdan kimsenin kötü etkilendiğini veya internetsiz kaldığını zannetmiyorum. Peki o zaman ben download yapmayacaksam 8 Mbps hız niye??

Velhâsıl, bu konu uzar gider... Asıl soru "biz film indirelim mi?" sorusu. Bu konuda OnurCUK'un kıymetli fikirleri var, bir ara vakit bulursam aktarırım buraya...

Sağlıcakla kalın...

24 Aralık 2010

Her Şey

Aralık 24, 2010
seni gördüm,
mutluydun,
ağlıyordun,
karışmıştın...
sonra yoruldun,
kaçtın,
kayıptın,
mutluydun,
gülümsüyordun,
çözülüyordun...
sonra düştün.
mutsuzdun,
gülümsüyordun,
boş vermiştin...
sonra koştun,
hüzünlüydün,
gülmüyordun,
düğümlenmiştin...
sonra hızlandın,
mutluydun,
gülümsüyordun,
çözülmüştün...
sonra...
sonra birşey olmadı güzelim...
aşk oldu...
Sende birşey değişmedi,
sen hep mutluydun,
mutsuzdun,
gülümsüyordun,
ağlıyordun,
karışmıştın ve
çözülmüştün...
...
Değişen dünya oldu...







(Fotoğraf: laurapora)

23 Aralık 2010

Eksik Parça

Aralık 23, 2010
Déjà vu'den bahsettikten sonra bunu da yazmak istedim. 1-2 saat kadar önce garip bir durum yaşadım.

Odaya gitmeden önce, kendime elma suyu dolduruyordum, odaya gidince içerim diye. Sonra ellerimi yıkarken bardak arandım banyoda... Sonrasında ise neden banyoda olduğumu kavramaya çalıştım. Hatırladığım kadarı ile en son elma suyu dolduyordum fakat sonrasındaki ilk görüntü ellerimi yıkadığım, ve o geçen süreç içerisinde ne olup bittiği konusunda bir fikrim yok...?

Déjà vu

Aralık 23, 2010
On resimlik bir foto galeri içerisinde bu şekilde çok yavaş ilerleyeceğimin farkındayım ancak bir sonraki resimde ise Déjà vu'nün  bir sır olduğu ve açıklanamadığı söylenmiş. 

Bu sefer uzunca yazmayacağım. Kabaca bir açıklama yapmak gerekirse Déjà vu'nün ne olduğuna dair:
İnsan hafızası genel olarak iki bölümden oluşur. Bunlara birinicil ve ikincil hafıza deniyor. Hafızamızın bu şekilde iki bölümü olmasının sebebi, şu anda yaşıyor olduklarımız ile geçmişte yaşadıklarımızı ayırt edebilmemiz. Genel olarak içinde bulunduğumuz 20-30 saniye sürecinde yaşanan olaylar birincil hafızada tutuluyor ve burada eskiyen hafıza, ikincil hafızaya gönderiliyor ve biz o anı şu an yaşamadığımızın bu şekilde farkına varıyoruz. 

Zaman zaman beynimizde gerçekleşen küçük bir kısa devre sonucu anlık yaşadığımız olaylar direk olarak ikincil hafızaya gönderiliyor. Biz hissiyatımızdan kaynaklı olarak o anda olduğumuzu bildiğimiz halde hafızamız bize aksini söylüyor ve Déjà vu dediğimiz olayı yaşıyoruz.

Tanımlanan Uçan Cisim

Aralık 23, 2010
ntvmsnbc foto galerilerinden birinde, bilimin çözmediği şeyleri ortaya koyuyor. Bunlardan birisi ise şu:

"UFO'lar

Birçok insanın gökyüzünde Tanımlanamayan Uçan Cisim(UFO) gördüğü yadsınamayacak bir gerçek. Konu hakkındaki tartışma ise tanımlanamayan bu cisimlerin meteor, uçak veya meteroloji balonu mu yoksa dünyadışı varlıklara ait uzay gemileri mi olduğu hakkında. Bilim adamları evrenin büyüklüğü düşünüldüğünde ‘uzaylı’ların gezegenimizi ziyareti pek olası görmüyor ama uçan objeler hâlâ tanımlanamıyor."




Şimdi irdeleyelim:
   -Birçok insanın gökyüzünde tanımlanamayan uçan cisim gördüğü yadsınamayacak bir gerçek olarak verilmiş ama ben bugüne kadar "tanımlanamayan bir cisim gördüm" (hayatlarının herhangi bir döneminde) diyen görmedim. Cümle eğer "Birçok insanın gökyüzünde tanımlayamadığı uçan cisim gördüğü yadsınamayacak bir gerçek" şeklinde verilseydi anlamlı olabilirdi. Zira mesela, birçok insan yapay uyduların geceleri çıplak gözle gökyüzünde görülebildiğini bilmez ve çok büyük bir çoğunluk bunları UFO olarak yorumlar. Çünkü yapay uydular, gökyüzünde herhangi bir anda, herhangi bir yerde bir anda belirir ve gittikçe parlaklaşır. En yüksek parlaklığa ulaştıktan sonra da sönükleşip gözden kaybolur. Bazen bir tane görebilirken, zaman zaman 5 tanesini yanyana görebilirsiniz. Bu tür uydu geçişleri bir gece boyunca çok sık meydana gelir.

  -Konu hakkındaki tartışmadan bahsedilmiş ancak bilim camiası içerisinde böyle bir tartışma yok. Bu yorumu, "Bilimin çözemedikleri" başlığı altında yazılmış olmasından ötürü yapıyorum zira, bilim camiası ile medya ve ufocular arasında bırakın tartışmayı, savaş var.

  -Uçan objelerin hâlâ tnaımlanamadığı da söylenmiş yazıda ancak bugüne kadar belgelenmiş ve ne olduğu tanımlanamamış bir cisim yok. En azından henüz yok. Dünya'da her gece yüzlerce teleskop optik, x-ışını, gama ışını, radyo, mikrodalga, kızılötesi bölgelerde her gece gökyüzünü gözlemlediği halde bugüne kadar hiçbir gözlemevi tarafından rapor edilmiş tanımlanamayan bir cisim yok.

Sonuca gelirsek efendim, "yok dünya dışı yaşam" diyerek kestirip atan insanlar değiliz biz bilim insanları ancak uzaktan bakıp gördüğümüz serabı göl zannetmiyoruz.

Hikayenin Devamı...

Aralık 23, 2010
İki gün önce yazmıştım, Gilbert Sendromu ile ilgili durumumu... 

Ertesi sabah OnurCUK'tan gelen maili okuyordum, meraklanmış, nasıl olduğumu öğrenmek istemişler. Mailin üzerinden tam 3-4 dakika geçmiş derken aşağı yukarı karaciğerimin olduğu bölgeden bir ağrı hissedip, bir an sıçradım ağrının etkisi ile... Anlık birşeydi. Tam arkasından ne oluyor diye düşünürken bir ağrı daha saplnadı, daha şiddetli, daha uzun... Ne olduğunu anlamama kalmadan kendimi ağrıdan kıvranıyor olarak buldum. Öyle bir ağrı değildi, ben daha önce o derece bir ağrı hissetmedim hayatımda. Güç bela kendimi içeri attım. Hemen bir doktordan randevu aldım derken, periyotlar halinde gidip gelen ağrı katlanılabilir seviyelere geriledi.

Bir saate kadar doktorla olan randevumuza gittik. Doktor beni kabaca bir dinledikten sonra, ultrason cihazını ilk koyduğu yerde şunları söyledi: "Taş var sende, safra taşı. 2 tane taş, sıkışmış kanalda enfeksiyon kapmış."

"Ama..." dedim, "...ağrı orada değil, ağrı...". Ben lafımı bitirmeden, "ağrın şurada, biliyorum" diye gösterdi o bölgeyi. Sonra gerekli ilaçları yazıp, taşların yukarı gitmesini bekleyeceğiz dedi...

Aradan bir 12 saat kadar süre geçtikten sonra, gece birden ağrı hissetmeye başladım tekrar. İşte o an, sabahkinin ağrı olmadığını anladım. Birisi iç organlarımı deşiyormuşçasına bir ağrı...

Gözlerimden yaş gele gele, ben çığrına çığrına, gecenin bir yarısı hastaneye gittik. İki adet serum, tonlarca ağrı kesici verdiler. Ama ağrının devam ettiği o iki saat, hâlâ aklımda...

Velhâsıl, ameliyat şart dediler. Enfeksiyon olduğu için doktor amleliyettan şu aşamada çekiniyor. Ama, önümüzdeki günlerde ağrının durumuna göre, ameliyat olma riskim var. Umarım 16-17 Ocak'a kadar bir sancı gelmez... O tarihte Türkiye'de, Denizli'de olacağım ve her şey daha problemsiz gerçekleşecek....

Tüm bu sürecin en ilginç unsuru, hayatımda ilk defa gerçekleşse de, mevcut bir hastalığımın gelmekte olan rahatsızlığımı gizlemesi oldu. Çünkü safra taşının belirtileri ile GS'nun belirtileri aynı.

Bu arada, testlerimi de aldılar ve Bilirubin değerim 7,2 mg/dL çıktı...

21 Aralık 2010

Gilbert's Syndrome - Gilbert Sendromu

Aralık 21, 2010
Yakında Gilbert Sendromu ile ilgili detaylı bir veya birkaç yazı yazacağım. Bu aynı zamanda bloguma "Ürobilinojen +" arama sonucu gelen birçok kişiye de bu konularla ilgili bir fikir vermiş olacak.

Bugünlerde de bilirubin değerim tavan yapmış durumda. Şimdiye kadar ölçülmüş en yüksek bilirubin değerim 9,4 mg/dL (normal değerler 0 - 1,2 mg/dL). Ancak şu dönem hayatımın en yüksek değerlerindeyim.

Bilirubin değerim ne kadar yüksek olursa olsun, gözlerim hiç uzaktan farkedilecek kadar koyu sarı ve idrarım hiçbir zaman koyu kahverengi olmamıştı...

Tabii değerin bu kadar yüksek olması yanında karın ağrısı ve baş ağrısı ile birlikte geliyor...

Velhâsıl, uzun süredir yazarım belki derken, bugün kesin ve kesin olarak bu konuyu yazmaya karar verdim...

Umarım 1-2 aya yazmış olurum...

Külliyen Yalan - II

Aralık 21, 2010
Ümit Burnu

Başlıktan da belki anlamışsınızdır -doğrusunu biliyorsanız- bu Külliyen Yalan'ın ne olduğunu.

Çok uzun tutmayacağım bu yazıyı. Bir çoğumuz biliyoruz, Vasco da Gama Ümit Burnu (Cape of Good Hope)'nu geçen ilk denizci. Zaman zaman Ümit Burnu'nun kâşifi olarak nitelendiren de olur. Bu noktada yorum yapmadan geçemeyecğim: Vasco da Gama Ümit burnu'nun kâşifi olmadığı gibi, burnu geçen ilk kişi de değildir. Ümit Burnu'nu keşfeden ve aşan ilk kişi Bartolomeu Dias'dır. Tabii bu noktada da tarihte bilinen diye not düşmekte fayda var.

Vasco da Gama, Hindistan'a, Ümit Burnu'nu aşarak ilk ulaşan ve Hint Deniz yolunu keşfeden kişidir. Bunlar sadece birkaç küçük yorumdu... Külliyen Yalan olan durum ise Afrika'nın en güney ucu olan Ümit Burnu!

Yok efendim böyle birşey. Ümit Burnu Afrika'nın en güney noktası değildir. Bırakın en güney olmamasını, Afrika'nın güneyindeki burunları güneyden kuzeye sıralarsak Ümit Burnu 8. sırada gelir.

Afrika'nın kıtasının en güney noktası Agulhas Burnu (Cape Agulhas)'dur. Aynı zamanda Agulhas burnu,  Hint Okyanusu ile Atlas Okyanusu'nun coğrafi olarak birbirinden ayrıldığı noktadır.

19 Aralık 2010

Boş Konuşma - III

Aralık 19, 2010
Toplum olarak boş ve gereksiz konuşmayı çok seviyoruz... Bazen de tutarsız konuşuyor, kendi kendimize bir kısırdöngü yaratıyoruz.

Bunlardan birine de toplu taşıma da sık sık rastlayabiliriz. Özellikle söz konusu şehir içi otobüsler olduğunda.

Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye'de otobüsler öyle pek de vaktinde hareket eden araçlar değil. Bunun tabii ki onlarca sebebi var ancak bu sebeplerden en önemlisi bu konudan şikayet eden bizleriz. Ben Türkiye'nin hiçbir yerinde bir otobüsün durağa sürekli aynı saatte geldiğini görmedim. Varsa eğer, sözüm meclisten dışarı ancak otobüsler durağa ±5 dk. içinde gelir. Bu zamanlama haricindeki her 5-10 dakika gecikme için söylemediğimizi bırakmayız: "Aman, efendim, Türkiye burası, zaten ne doğru düzgün işliyor ki..." vesaire...

Şimdi, aynı biz, bir durağa geldiğimizde tam o sırada otobüs yenice hareket ediyorsa, arkasından koşturur, kapısına camına tıklatıp, otobüsün durmasını sağlarız. Kendimiz için... Çünkü ya geç kalmışızdır, ya bir sonraki otobüs 1 saat sonra, yarım saat sonra falandır. Peki, durakta beklerken otobüsün geç kalmasından şikayet eden biz, otobüsü yarım dakika geciktirme hakkını kendimize nereden veriyoruz. Eğer otobüs bizim koşturmamıza rağmen durmuyorsa, küfrü basan yine biz...

Benzer bir konuya tıklım tıklım otobüslerde de rastlıyoruz. Otobüsün içinde iken şoför yolcu almaya devam ettiğinde söylenmeye başlarız, "yahu gidecek yer kalmadı nereye gidelim" diye... Çok tartışmalara tanık oldum şoförlerle yapılan ve genelde şoförlere hak veriyorum. Basit sebep şu, çünkü biz, otobüsün ön kısmında, soğukta, karda, kışta, vs otobüs beklerken, otobüs geldiğinde arka tarafa bakıp daha yer var diyerek binmeye çalıştık.

Bir gün arka taraftan şoför'e bağıran kişi ile şu tartışmayı yaşadım:

Kişi otobüste benden daha arkalarda ben ise orta kısımdayım. Arkadaş bağırmaya başladı:
Kişi: Kaptan, otobüsün üst katını açta oraya çıkalım bari... Sanki yer var da. Birbirimizin üstüne mi binelim burada.
Aziz: (Bu esnada bir kızın, adamı geçerek arkaya ilerlediğini görünce ben de ilerlemeye başladım çünkü adamın ardında en az beş kişilik yer vardı, abartmıyorum) Pardon, geçebilir miyim? Çünkü arkada hâlâ yer var...
Kişi: Nereye yer var, birbirimizin tepesine çıkacağız biraz daha...
Aziz: Beyefendi, bakın şuraya, daha en az üç kişi gelebilir bu tarafa..
Kişi: Konserve mi bu otobüs mü? Tepe tepeye olduktan sonra ne anlamı var...
Aziz: Otobüsün ön tarafına bakın. Ortadan ön kapıya doğru koridorda kaç kişi olduğunu sayın. Ortadan arka kapıya doğru koridorda kaç kişi olduğunu da sayın. Sonra benimle konuşun yer yok diye. Siz üşeniyorsanız ben söyleyeyim, orta kapıdan öne doğru 34 kişi var otobüste, ortadan arkaya ise 12 kişi siz hangi yerden bahsediyorsunuz? Biraz saygılı olun ön taraftaki insanlara...

Tartışma burada son buldu ancak durum böyle. Sizden de ricam dolu otobüsleri gözlemleyin. Otobüsün arka tarafı ön tarafdan en az iki kat daha tenhadır...

Velhâsıl, yukarıdakileri yapmayan bir çok kişi olduğunu biliyorum ama çok genel bir yorum yapabilirim: Eğer toplumsal konularda "Avrupa'da böyle mi yahu?" diyebiliyorsanız bilin ki, bu bizim suçumuz.

Bence boş konuşmanın bir alemi yok.

16 Aralık 2010

Earth Observations

Aralık 16, 2010
Son başvurusu bugün olan Uluslararası Uzay Kongresi, Gençlik Paneli'ne olan başvurumu son dakika itibari ile yapmış bulunmaktayım.

Güney Afrika - Cape Town'da yapılacak olan Uluslararası Uzay Kongresi'nin bu yıl için Gençlik Paneli konusu "Gelecek Nesil'in 21. yy'daki yer gözlemleri ile ilgili görüşü". Bir süredir ne yapabilirim derken bugün akşam uykusunda fikir birden parladı ve ben de başvurumu göndermiş oldum.

Başvuru videom aşağıdaki video, fikirleriniz görüşleriniz varsa başım üstüne... Umarım ilk turu geçer, ikinci tur için bir şeyler yapabilirim. Tabii, hedef Cape Town.... 


14 Aralık 2010

Seyahatnâme-cik - N

Aralık 14, 2010
Seyahatnâme-ciklerimi yazıyordum bir ara. İşte onlara devam edeceğim. Çok taze olmayacak ama Kore, Japonya, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Sırbistan, Makedonya ve Yunanistan yazılmayı bekliyor.

Toparlayıp geliyorum...

Igualdad

Aralık 14, 2010
Igualdad adında, hayvan haklarını koruyan bir kuruluş varmış Bugünlerde ellerinde hayvan cesetleri taşıyarak eylem yapmışlar. Anlamadığım tek nokta, bir hayvanın ölü bedenine saygı göstermek de hayvan haklarından değil midir?

11 Aralık 2010

Külliyen Yalan - I

Aralık 11, 2010
24 Saat

Bir astronom olarak başlangıç için bu konuyu seçmem doğal olsa gerek. Gün meselesinden bahsedeceğim size. Gün meselesi de ne demeyin. İnsanların neredeyse %95'i Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki dönüş süresini yanlış biliyor.

Yine dediğim gibi, bu yanlış, bize böyle öğretilmesinden dolayı kaynaklanıyor. Peki gelelim yanlışa ve gerçeğe...

Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki dönüş süresini insanlara sorduğumda aldığım ilk cevap istisnasız 24 saat oluyor. Buna bağlı olarak bir soru daha soruyorum: Bir gün nedir? 

Bu soruya da verilen cevap çok gecikmiyor: Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki bir turu...

İki cevabın da tabii ki yanlış olduğunu vurgulamama gerek yok. Peki nasıl oldu da böyle öğrendik? Şöyle açıklayayım; bir gün 24 saattir. Bunda hiçbir yanlış yok. Problem bize bir gün tanımının yanlış öğretilmesinde çünkü bir gün, tanım olarak iki gün doğumu arasında geçen süre yada başka bir deyişle Güneş doğduktan sonra tekrar doğuya gelmesine kadar geçen süredir.

Dünya kendi ekseni etrafında 23 saat 56 dakika 4,1 saniyede döner. Kısaca açıklamak gerekirse, Dünya kendi ekseni etrafında döndüğü süre boyunca Güneş etrafındaki yörüngesinde de ilerlediği için her gün Güneş 4 dakika geç doğar. Bu bizim yaz ve kış aylarında farklı takım yıldızları görmemizin temel sebebidir. Aynı zamanda burçların da oluşumu bu şekildedir.

Bir noktayı daha açıklamak gerekirse; Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki hareketi sonucunda günler oluşur. Bu günler'in neden oluştuğunun sebebidir ancak bir günün tanımı değildir.

Eğitim sistemimizde halen Dünya kendi ekseni etrafında 24 saatte döner diye öğretilmektedir. Zira bunun temel sebebi günümüz öğretmenlerinin araştırmaktan yoksun bir şekilde, babadan kalma bilgiyi aktarmasından kaynaklanır (aksini yapan çok kıymetli öğretmenlerimiz de var).

Küçük gibi görünse de yanlış bilgi, başka yanlışlara da gebedir....

Külliyen Yalan - N

Aralık 11, 2010
Öğreniyoruz... Hayatımız boyunca öğreniyoruz. Fakat acaba doğru mu öğreniyoruz?

İşin açığı kaygım, neyi nasıl öğrendiğimiz değil de, bize neyin nasıl öğretildiği...

Bir seriye başlıyorum yine, bize öğretilen yalanlarla ilgili. Bazısını çoğumuz hâlâ gerçek zannediyor. Bazısının gerçeğini öğrendik ancak geçiş aşaması belki de kolay olmadı.

İşte tüm bu, birazcık gerçekleri, birazcık da eğitimimizdeki sorumsuzlukları ve yanlışları ortaya koymak için...

24 Kasım 2010

Tasarım

Kasım 24, 2010
Tasarım'da bir süredir değişikliğe gitme düşüncesindeyim. O yüzden küçük bir değişiklik yaptım şimdilik. Amacım Foliage temasını kurmak.

Yaklaşık bir yıl önce bir Foliage temasını modifiye etmiştim. Umarım onu bu bloga adapte edebileceğim. O zamana kadar biraz sade ve karanlık bir tasarım sizleri bekliyor olacak.

Saygılarımla...

21 Kasım 2010

Taşınma

Kasım 21, 2010
st-ziza.blogspot.com adresindeki bütün blog girdilerini bu bloga taşımış bulunmaktayım sevgili okuyucu...

Artık Delta-Alfa olarak adlandırdığım kapatılmış durumdadır.

O blogdan aktarılan çoğu girdi Karalama ve Yollar etiketlerinin altında NEce menüsünde bulunabilir.

Oradaydım...

Kasım 21, 2010
Oradaydım...

Adım adım yaklaşıyordum. Yaklaştıkça kalbim çarpıyor, heyecanım tavana vuruyor, gözlerim doluyordu o pembe cumbalı eve... 

Yanına vardım... Ne kadar şehrin içinde kalmış olsa da, kapadım gözlerimi bir an için. Oralı oldum, onunla oldum.


Türk konsolosluğu ile aynı bahçede olan "O evi" görmek için bastım konsolosluğun ziline. "Buyurun kardeşim!" diyerek karşılandım, güler yüzle... Sonra kapısından girdim, adım adım basamaklarını tırmandım. O'nun dünyaya gözlerini açtığı odayı gördüm. Kapadım gözlerimi onu gördüm...

Anlatamam hiç birini bu duyguların. Şu an bile gözlerim doluyor ya...

İçimden Geldiği Gibi, demişti umarım fotoğraf çekme imkanın olur diye... Kendimi çok kaptırdığım için çok fazla fotoğraf olmadı, ama çektim... Buradan fotoğraflara ulaşabilirsiniz...

12 Kasım 2010

04 Kasım 2010

Ata'ya Yolculuk

Kasım 04, 2010
Bu sefer eve giderken güzargahımı onun hayata gözlerini açtığı topraklardan seçtim. Yolu yarıladım...

Onun ilk kokusuna, çocukluğuna, ilk adımlarına doğru, Selanik'e doğru son 20 saat...

30 Ekim 2010

7 Saatte 19 Yıl

Ekim 30, 2010
Bir süredir yazmak istiyorum bunu. İlk başta özellikle bir süre geçmesini istedim üstünden. Hayatımın en muhabbetli otobüs yolculuğuna dair bir yazı bu...

Muhabbet genel olarak hoş sohbet anlamında kullanıldığı için ne kadar muhabbet diyebilirim bilemiyorum. Otobüs yolculuklarında yanımdakilerle konuşmayı sevmem ben fakat bu bahsettiğim yolculukta 7 saati arada koridor olmasına rağmen yanımdaki bir adamla konuşarak geçirdim.

Bodrum - Denizli - Kayseri seferini yapan otobüsteyiz. İlk soruyu otobüsün solunda oturan adam sordu: "Sivas'a ben Kayseri'den nasıl gidebilirim?" Gelen soru üzerine önce yanımızdaki çocuk ile garip garip birbirimize baktık ve sonra cevap verdik. Bir şehirden bir şehre gitmek için en akıllıca yol otogardan bir otobüse atlamaktır ya, Kayseri otogarına doğru yol alan bir otobüsteki adamın bunu düşünmesi ilginçti o an için.

Soruya cevap verdikten sonra buna benzer birkaç tane daha ilginç soru geldi. Tam adamın neden bu tarz sorular sorduğunu düşünüyordum ki cevap kendiliğinden geldi: "Ceza evinden çıktım ben de, o yüzden soruyorum bunları..."

Muhabbet buradan başladı. Bir süre anlattı durumu: "Ben hapse girdiğimde böyle otobüsler yoktu. Şimdi ben çıkarken cebime cep telefonu koydular. Ben onu bile nasıl kullanacağımı bilmezken, muavin cep telefonunu kapatmamı söyledi. Meğer otobüsü bozuyormuş. Şimdi bakıyorum otobüse, ses bile çıkmıyor, koltuklar konforlu..."

Bu muhabbetlerin ardından 19 yıl geçirdiğini söyledi hapiste. 1990'da girmiş hapse. 19 yaşında girmiş içeri ve bir çocuğu varmış. "Çocuk gibiyim ben şimdi..." dedi. "... Oğlum mektup yazar arada. Baya bir başarılıymış. Anlatıyor kendisi. Ama mesela benim oğlum o kadar zorluğa rağmen okudu. İnşallah üniversiteye de gidecek ..."

Lise'yi bitirdikten sonra girmiş hapse. Evlenmiş ama amacı üniversite okumakmış. Kendisi hapse girdikten sonra eşi çocuğunu da bırakıp kaçmış. Bir süre babası bakmış oğluna, sonra onlar da yurda vermişler çocuğu.

Anlattı da anlattı... Eğitimden bahsetti. Gençlerin yanlışlarından bahsetti... Kurtlar vadisi dönüyordu o sırada televizyonda. "Sedat Peker'le de yattım ben" dedi. "Şimdi gençler bunları izleyip biz mafya olacağız diyorlar, okumuyorlar. Yahu bu işler bu televizyonda görüldüğü gibi değil ki. Ben nelerine tanık oldum içeride, nelerini dinledim. Bunlar ne ki gerçeklerin yanında... Zaten burada gösterseler bu işin içi, içeriği nedir, ne hayranı çıkar mafyaların, ne de bunların izleyeni..."

O gün itibari ile dün çıkmış hapisten. 19 yıl sonra ilk muhabbetini benimle yapmış oldu. 7 saat muhabbet ettik otobüste. Üzüldü zaman zaman, gözleri doldu. Ve ben o 7 saat boyunca dinlediğim kadar pişmanlık, o kadar doğru söz ve düşünce ve hayata karşı bu kadar güzel bir bakış açısı dinlememiştim.

Çekine çekine sordum: "Peki abi, yanlış anlama ama sen...?" 

Zorla da kursa cümleleri anlattı ağır ağır: "Bizimkisi karışık iş.... Namus meselesi..." sustu. Her cümlenin ardından uzun uzun sustu... "Kız kardeşim kaçtı. Kız kardeşimi vurdum... Kaçtığı adamı vurdum... Onun kardeşini vurdum... Anasını, babasını...."

"19 yaşındasın, daha hayatın başındasın. Sonra birileri eline veriyor silahı NAMUS diyor. Sen daha namusun ne olduğunu bilmiyorsun... Tetiği çekmek hiç zor değil. Ucunda bir yay var nihayetinde tetiğin. Ama sonrası zor. Sonrası çok zor. 3 ayda bir hücrede geçirdim ben 1 ay. Hücreden sonra sana deseler 10 sene geçti inanırsın... Benim artık bir hayatım yok. Nefes alıyorsam şu anda oğlum içindir. O  okusun diyedir. Yoksa bakma çok döndürdüler ipten. Zaten bir ben değilim ki, kaçları gitti böyle 19 yılda..."

Kısa bir özette, 7 saatte, Türkiye'nin durumunu özetledi. Namus sorununu, eğitimi, mafyayı, gençliği özetledi...

11 Eylül 2010

Şaşıran Diyaloglar - IV

Eylül 11, 2010
Prag'da 100 Türk

Yine Prag'dayız. Bizimle beraber Almanya dönüşü Prag'a gelen arkadaşlardan birini yolcu edeceğiz. Hava alanına giden otobüslerin gardan da kalktığını öğrenince gara geldik ancak döne döne bulamadık otobüsün nereden kalktığını.

Sonunda bir kafedeki çalışana sorduk bir şekilde tarif etti. Biz onun söylediği yere gittik ancak ne durak var ne otobüs, otobüsün kalkmasına da 10 dakika var. Derken orada konuşmakta olan orta yaşlı 3 kişiye sormak istedim:

Aziz: Do you speak English?
Adam: English..? English..? Abi İngilizce bilen var mı??*
Aziz: (şaşırarak) Sorun değil abi, Türkçe de anlaşırız...
Adam: (şaşırarak) Vay! Sorun nedir delikanlı?
Aziz: Abi biz hava alanına giden otobüsler nereden kalkıyor onu arıyoruz da, birisine sorduk burayı tarif etti...
Adam: Onlar buradan kalkmaz yahu, dur bakalım... İsmail! İsmail!!
(50 metre ileriden İsmail gelir) Bu arkadaşı Ahmet abine götür bakayım, hava alanı otobüslerini soruyor o bilir.

Oradan etrafta duran otobüslerin oraya dolandık ki, ortalık Türk kaynıyor. Meğer orası İstanbul otobüslerinin hareket ettiği yer imiş..

Orada Ahmet abiyi bulduk. Ahmet abi bize bir güzel tarif etti nereden bineceğimizi. Prag'da bir Çek'ten değil de bir Türk'ten yer-mekan öğrenmiş bir şekilde gittik, arkadaşımızı uğurladık...

*: Türk'ün yardımseverliği de işte budur. Şimdiye kadar kimlere sordum İngilizce biliyor musunuz diye, bilmese bile kimse sağda solda İngilizce bilen aramadı... :)

Şaşıran Diyaloglar - III

Eylül 11, 2010
Prag'da 5 Türk

Şaşıran diyalogların çıkış temasına uymasa da benim dahil olduğum şaşırtıcı bir diyalog olunca yazma gereği hissettim. İşin açığı, yazma gereği hissetmekten çok "bunu yazmasam olmazdı."

Gün içinde Almanya'daki kamptan döndük Prag'a. Akşama kadar da tüm günü bizimle birlikte Prag'a geçen arkadaşlarla geçirdik. Yani yorgunluk diz boyu. 

Tüm bu koşuşturmacalı günün ardından kaldığımız hostel'e geri döndük ve saat 23 gibi uykuya koyulduk. Uykuya koyulduk koyulmasına ancak 20-25 dakika sonra koridordan gelen gürültülerle uyku haram oldu. 

Bunun üzerine tuvalete gitmeye karar vermiştim ki, konuşanların yan odada kalmaya gelen 5 Türk genç olduğunu fark ettim.

Aziz: İyi geceler arkadaşlar!!!
Gençler: (hepsi birden şaşırmış bir şekilde) Aaah, nasıl yaa??? Merhaba abi...
Aziz: Merhaba, hayırdır nereden?
Gençler: Denizli...
Aziz: Bak bir de utanmadan hemşehri çıktınız.
Gençler: Yok canım artık! Abi kekleme bizi şimdi...
Aziz: Ben size depdururum da inanmeyozanız nedevem ben? (Denizli Ağzı: Ben size söylüyorum ama inanmıyorsanız ne yapayım?) Denizli'de nereden?
Gençler: Biz Çallıyız abi. Sen?
Aziz: Ben Tavaslıyım.
Gençler: Hadi canım, bizim bir arkadaş daha var o da Tavaslı, aşağı indi şimdi.
Aziz: Yok ya, nereden?
Gençler: Pınarlık'tan
Aziz: Ben Garipköy'denim. Neyse gençler, bizim bugün yol uzundu, size iyi geceler. Yarın görüşürüz o halde...
Gençler: İyi geceler...

05 Eylül 2010

Mutluluk

Eylül 05, 2010
Hiçbir şeyin anlamı olmayabilir bu hayatta, bir köşeye bırakılmış bir kaç satır mutluluktan başka...
...ve bu mutluluklar yıllara kazınır...


04 Eylül 2010

Soru İşaretleri

Eylül 04, 2010
Dolanıyorum... Terk edilmişlik kokuyor adım attığım yerler. Sağa sola bırakılan notlar var. Neşe yok artık. Gitmiş. Gülücükler gitmiş. İnsanlar gitmiş...

Hâlâ dolanıyorum... Anlamsızlığa anlam yüklemeye çalışıyorum. Sağda solda paketlenmiş eşyalar, normalden farklı dağınıklık ve sessizlik her şeyi haykırıyor ve ben duymazlıktan gelip dolanıyorum...

Duvarlar sesleniyor: "Sen de gidiyorsun. Bırakıp anılarını bizlerle sen de gidiyorsun..."

Ağlamaklı bir halde yeni anıları düşünüyorum o anda. Beni kurtarırlar diye... Yeni anılara bakmaya çalışıyorum: Ankara'da, İrlanda'da ve/veya Dünya'nın herhangi bir yerinde.

Güzel olacak... Her şey hepimiz için çok güzel olacak.

Bu kapanan ne ilk sayfa idi ne de son. Fakat şimdiye kadar ki en güzel sayfa idi... Gelecek anılar güzel lakin üzüntüm de bundandır...

04 Temmuz 2010

Destek

Temmuz 04, 2010
Bu bloga bir gün böyle bir yazı yazmak aklıma gelmezdi. Kötü bir şey yapmıyorum tabi şu sırada, sadece ilginç geliyor.

Her yaz başında yaz planlarımı yazardım buraya. Fakat, hep planları yazdığım için sonrasında bir şeyler eksik olurdu. Bu sene kesinleşmesini bekledim yaz planlarımın ve kesinleşti de...

Bir iki güne kadar adım adım yazacağım planlarımı. Fakat her sene yapmam gerektiği gibi bu sene de biraz burs toparlamam lazımdı. Koşturmacanın içerisinde buna pek fazla vaktim kalmadı. Prague'da SGC 2010'u organize etmemizin yanında bir de IAC 2010 var. SGC ne kadar IAC ile ortaklaşa düzenlense de, iki kongre bir çok noktada bunlardan ayrılıyor. Ve masraf olarak da 1 SGAC üyesi dışında diğer üyeler katılım ücretlerini, konaklama ücretlerini kendileri karşılamak durumunda...

Bunun yanında katılacağım, gideceğim bir kaç yer daha var ve birazcık borçta olduğum düşünülerek bağış toplamaya karar verdim.

Herhangi bir miktar, bir hedef yok kafamda ancak 3-5 liranın bile yararı olacaktır.

Bu iletinin sonunda veya sağ sütundaki "Donate" butonuna basarak katkı sağlayabilirsiniz...

Yardımcı olamayacak olsanız dahi teşekkür ederim hepinize...

Sağlıcakla...


Not: Katkı sağlanan miktarı ve katkı sağlayanları (istemedikleri durumlar hariç) buradan yayınlayacağım.

25 Haziran 2010

Bir Hafta

Haziran 25, 2010

  • Pazar akşamı Kayseri'den İzmir'e yola çık.
  • Pazartesi sabah İzmir'de sempozyuma katıl.
  • Pazartesi öğleden sonra İzmir'den Denizli'ye geç.
  • Pazartesi akşam Denizli'ye ulaş.
  • Pazartesi gece ailene hayatınla ilgili tüm planları pat diye söyle.
  • Aynı zamanda yazın onlarla olamayacağını da söyle.
  • Salı sabah kusarak uyan.
  • Babanla vize için gerekli evrakları toparlamak için dışarı çıkama bu yüzden.
  • Evde kal kusmaya devam et.
  • Her şeye rağmen 13.00 otobüsü ile İzmir'e geç.
  • Otobüs'te ateşin çıksın üşü.
  • Güneşten başın ağrısın, hayat çekilmez olsun.
  • İzmir'e in otogardan Çankaya'ya servise bin.
  • Baş ağrın geçene kadar arkadaşlarınla otur, sonra gez.
  • Helecan sahibesi ile tanış.
  • Çok kısa bir süre birlikte ol, gün yağmurla bitsin, sırılsıklam ol.
  • Eve git, vize formunu doldur.
  • Sabah kalk, Vize için belgeleri tamamla.
  • Bir yandan şakır şakır yağmur yağsın ıslan.
  • Vize görüşmesi için Bornova'dan Balçova'ya git.
  • Kadın daha fazla belge istesin.
  • Aynı gece Denizli'ye geç.
  • Sabah Pamukkale'ye git, gez.
  • Aynı gece İzmir'e gitmek üzere servise bin.
  • Serviste uyu, otogara gel.
  • Otobüste uyu, İzmir'e gel.
  • Serviste uyu, Balçova'ya gel.
  • 1,5 saat açık internet cafe ve/veya baskı merkezi ara.
  • Konsolosluğa git, kadın başvurunu alsın.
  • Babanın lise arkadaşını ziyarete git.
  • Servise bin, serviste uyu, otogara gel.
  • Otobüse bin, otobüste uyu, Denizli'ye gel.
  • Servis'e bin eve gel.
  • Blog yaz.
Arada bunların daha kere dahaları var ki ben atladım.Bir gün kaldı bu mevcut haftadan geriye.. Yatmayı düşünüyorum.

Sağlıcakla...

27 Mayıs 2010

5 Yaşında İlkokul Mezunu

Mayıs 27, 2010
İçimden Geldiği Gibi anlatıyordu, sonra babamın bir hikayesi aklıma geldi benim de...

İnsanların nüfusta daha büyük olması sık sık karşılaştığımız bir durum. Fakat babam bir dönem öğrencilerini mezun etmek üzere öğrencileri ile ilgili kimlik bilgilerini derlerken ilginç bir durumla karşılaşıyor: Öğrencilerinden birisi 5 yaşında! Yani nüfusta görünen bu.

Araştırıyor, bir yanlışlık olabilir mi diye ama sorun Nüfus İdaresinde: Çocuğun kayıtta doğum yılı yanlış yazılmış ancak kimse ilgilenmemiş bu durumla daha önce. Babamın sıkıntısı ise 5 yaşında bir çocuğa diploma hazırlayamayacak olması...

Sonuç olarak sorun çözülüyor ancak çocuk diplomasını ancak 6 ay sonra alabiliyor...

26 Mayıs 2010

23 Mayıs 2010

Görüntü

Mayıs 23, 2010
Bazen keşke her şey göründüğü gibi olsa diyorum. Bazı şeyleri isteyince hemen yapayım. Yanımda yürüyecek yoldaş bulayım.

Sonra etrafımda bir hendek olduğunu fark ediyorum. Cesareti olan atlayıp geliyor ne güzel. Ancak büyük bir çoğunluk ya korkuyor bu hendekten, yada hendeğe düşüp kaybolup gidiyor... Keşke o hendekten korkanlar o hendeği görebilseler...

02 Mayıs 2010

Bahar...

Mayıs 02, 2010


Baharın ilk ışıklarını gördüğümde mutlu olduğum günler geldi aklıma...
Baharın ilk ışıklarını gördüğümde, mutlu olduğum günler geldi aklıma...

18 Nisan 2010

Once Upon A Time In My Life - IX

Nisan 18, 2010
2002 yılında Turgut Özakman'ın "Ah Şu Gençler" oyununu aldık elimize. Oyun güzel hoş da, metin çalışmaları sırasında dikkatimizi çeken bir şey vardı: Konvers (Converse)!

Oyundan bir alıntı:
"1. Oyuncu: Şimdi, anlayışlı, kavrayışlı bir arkadaşımızı izleyeceğiz.
Kız: (Tepinir) İsterim, isterim, isterim..
Baba: Ne istiyor bu?
Anne: Lastik pabuç.
Kız: (Tepinir) Değil, değil, değil..
Baba: Ya ne?
Kız: Konvers!
Baba: Buyur?
Kız: (Tepinir) Konvers, konvers, konvers..
Baba: (Anne'ye) Hani lastik pabuçtu? Başka bir şey diyor bu!.
Kız: Daha konversin ne olduğunu bilmiyor. (Tepinir) Ölmek, ölmek, ölmek istiyorum!
Baba: Ne olduğunu ne bileyim evladım, kuş mu, çiçek mi? Söyle de öğreneyim.
Anne: (Yine sakin) Lastik pabuç.
Kız: (Vurgular) Konvers!
Anne: Senin anlayacağın söylediği marka lastik pabuç.
Kız: İsterim, isterim, isterim!
Baba: Emme basma tulumba gibi niye tepiniyorsun a canım, lazım, madem o marka pabuç gerekli, baş üstüne. Bugün aylığımı zamlı aldım zaten, Allaha bin şükür, tam 1000 lira, yaaa kaçaymış bu pabuçlar?
Anne: 250 lira
Baba: Düzineyle mi satıyorlar meredi?
Anne: Bir çifti 250 Lira!
Baba: Aman kızım, sen bu pabuçları giyince, yüz metreyi on saniyenin altında koşacaksan, helal olsun, boğazımızdan,keser yine alırız. Niye istiyorsun sen bu pabuçları?
Kız: Filiz'in var, Şeniz'in var, Yeliz'in var, Hale'nin var, Jale'nin var, Lale'nin var...
Baba: Bizim de harcımız var, borcumuz var, kiramız var... Ama peki, alacağım!
1. Oyuncu: İki ay sonra bir akşam üstü.
Baba: Hanım, gel gel, bak, kızımızın istediği pabucu aldım. (Konvers'i çıkanr)
Anne: Hiii... kız haklıymış tepinmekte, ne güzel pabuç bunlar böyle...
Baba: Kızım, yavrum, gel gel, bak sana ne aldım.
Kız: Ne aldın?
Baba: Bak.
Anne: Bak. (Konvers'i gösterirler)
Kız: (Soğuk) Aaaa, e bu Konvers.
Baba: Ya, ya, Konvers ya, sonunda başardım aldım kızım.
Kız: Ama Konversin modası geçti baba, şimdi Nayk moda, Nayk, çok geç kaldın.
Baba: Şimdi de ben, ölmek, ölmek, ölmek istiyorum."

Hiç birimiz bilmiyorduk Konvers'in ne olduğunu. Ne var ki bunu bilmeyen tek biz değildik. Bizim neslimizin o yıllarda böyle bir şeyden haberi yoktu. Annelerimize, babalarımıza sorduk onlar cevap verdiler...

Aradan 8 sene gibi bir süre geçmiş. Şimdi her yerde Konvers görebiliyorsunuz. Herkesin ayağında, her dükkanda... İşin garibi fiyatları aşağı yukarı aynı. Kimbilir belki biraz daha pahalı.

Biz liseyi okuduğumuz yıllarda gerçekten de Nayk (Nike) moda idi. Herkes (çok gereksizce) Nayk almak için birbiri ile yarışıyordu. Kimbilir, belki 3-5 seneye yine biter bu Konverse modası ve belki yine Nayk moda olur. Ama mantıkta hiçbir şey değişmez...

14 Nisan 2010

Once Upon A Time In My Life - VIII

Nisan 14, 2010
Rüyalardan muhabbet açıldı bugün. Dün gece ilginç bir rüya gördüm: Çok sür'atli giden bir araba ile virajda savrulduktan sonra yaklaşık 2 km'lik bir uçurumdan aşağı uçmaya başladık. Bir yandan rüyada olup olmadığımı anlamaya çalışırken, öte yandan hâlâ uyanmadığım için gerçekten öleceğimi düşünmeye başladım... Sonrasında gözlerimi açtığımda ilginç bir hastanede olduğumu fark ettim. Meğer aylarca komada kalmışım. Bana ameliyat resimlerini falan gösteriyorlardı...

Bunun üzerine gördüğümüz korkunç rüyaları hatırladık. Hatırladık dememin sebebi korkutuculuk seviyesi yüzünden hâlâ aklımızda kazılı kalan rüyalardan bahsetmemiz.

Sonra birden 5 yaşıma döndüm. Bilemiyorum, belki de daha küçüktüm. Çivril'e annemlerin öğretmen arkadaşlarını ziyarete çok sık giderdik o dönemde... Tabi her gidişimiz en az 2 gün olurdu.

Yine ziyaretlerimizden birinde, gece annem ve babamla birlikte salonda yatıyordum. Ben annemle birlikte yer yatağında, babam ise kanepe de...

Gördüğüm rüyayı unutmuyorum: Ormanda dolaşıyordum. Etrafımda bir sürü ceylanlar vardı... Ormanda dolaşırken bir çeşme buluyorum ve su içmeye başlıyorum derken birden bir sürü hayvan kaçışmaya başlıyor... "N'oluyor?" diye soruyorum, "aslan geliyor, kaç kurtar kendini" diyor hayvanlardan birisi. Bir anda korkuyorum, sonra aslanın kükremelerini duymaya başlıyorum... İyice korkmuş bir şekilde uyandım birden. Anneme "anne, aslan, aslan geliyor!" dediğim hatırlıyorum.

Annemin cevabı o anda beni çok rahatlatmış olsa gerek lakin şu anda epey güldürüyor: "Korkma oğlum, aslan falan yok. Baban o! Baban horluyor, uyu sen..."

13 Nisan 2010

7,5 Milyon Ağaç

Nisan 13, 2010

30 Mart 2010 günü, 2 milyon nüfusu bulunan bir ülke bir günde 7,5 milyon ağaç dikti. Şaka falan yapmıyorum. Nüfusa oranla, kişi başı 3,75 ağaç dikildi bir günde.

Makedonya'da başlatılan ve bir kaç yıldır devam eden bir proje "Ağaç Günü (Ден На Дрвото) - Geleceğinizi Dikin" projesi. Ülke yönetimi tarafından tatil edilen bu günde herkes, ülke çapında belirlenen çeşitli yerlerde ağaç dikmeye yönlendiriliyor. Öğrenciler öğretmenleri eşliğinde kendilerine ayrılan bölgelere ağaç dikiyorlar. Ayrıca her şehirde sabah 9'dan akşam 4'e kadar ücretsiz otobüs kaldırılıyor ağaç dikim bölgelerine, şehirlerin belli yerlerinden.

Bu sene ben de oradaydım ve 41 adet ağaç diktim. Sonra biraz düşünmeye başladım, aynı şey Türkiye'de yapılabilir miydi diye...

Makedonya ekonomik durumu Türkiye'den kat ve kat daha kötü olan bir ülke. Fakat tüm bu projenin lojistiği ve planlaması düşünüldüğünde (fidanların halka ücretsiz verildiğini belirtmem gerekiyor) inanılmaz bir çalışma...

Peki iki milyon nüfusu ile Avrupa'nın küçük bir ülkesi olan Makedonya bu projeyi başarabildi ise Türkiye neden başaramasın?

Türkiye'de buna benzer bir proje ile bir günde 300 milyon ağaç neden dikilemesin! Hiç de zor değil. Gelecek neslimize güzel bir Türkiye bırakmak istiyorsak, neden kolları sıvamıyoruz???

KAYIHAN.org

Nisan 13, 2010
Üçkağıtçı bir domain firmam var efendim. Şu anda kullandığım mevcut hostingler ve alanadlarımın büyük bir çoğunluğu onlar üzerine kayıtlı. Firma adı vermek istemiyorum lakin, bu sevgili firma benim ödemelerimi takip etmeyip Kayihan.net'i başkasına kaptırınca, 3 ay kadar bir süre websiteme erişim sağlanamadı. Tabi bu süre zarfı boyunca aziz@kayihan.net e-posta adresi de inaktif kaldı.

Domain firması ile bazı konularda mutabık kaldık ve bana kayihan.org alan adını sağladılar. Kayihan.net'i de geri almaya çalışıyoruz. Umarım en geç bir haftaya kadar bu durum da çözülmüş olacak. Ancak şimdilik www.kayihan.org adresinden web sayfama ulaşabilirsiniz. Tabi halen en son bıraktığım hali ile duruyor.

Yakın zamanda kendimi güncellemem dileği ile...

Dönüş

Nisan 13, 2010
Nihayet döndüm efendim! Uzun süren bir ayrılık sonunda yine buralarda olacağım... Bu esnada yeni hikayeler edinildi, sizlere aktarılmak üzere...

Eski kalan konulara da, en kısa zamanda dönüşümü yapacağım...

Hepinize tekrar Merhabalar....

29 Mart 2010

Turne

Mart 29, 2010

Bize turne yolları göründü a dostlar. Kazancılar Üniversitesi adlı oyun şimdilik 4 şehir'den teklif aldı. Bu şehirler Ankara, Aksaray, Konya ve Diyarbakır şeklinde. Yakın bir zamanda turne programımızda belli olur ve ben de buradan paylaşırım.

Sevgiyle kalın...

23 Mart 2010

Kazancılar Üniversitesi ve Tatil

Mart 23, 2010
"Ara" isimli yazımda 7 ve 18 mart olarak bahsetmişim oyunlardan. Ne var ki, Kazancılar Üniversitesi isimli oyun 7'sinden 23'üne ertelenmişti. Bugün saat 20.00'da bu oyunu sahneliyoruz. Kazancılar Üniversitesi benim oynadığım 16. oyun oluyor ve bu akşam bu oyunla 58. defa sahneye çıkıyorum, seyirci önüne...

Oyundan sonra bir otobüse atlayıp küçük bir tatile çıkıyorum. Bu da demek oluyor ki, ben 5 Nisan'a kadar buralarda değilim yine... Ne var ki özledim blogumu, inkar edemem. Ben döndüğümde görüşmek üzere...

Hoşça kalın...

Ne İzliyorum?

StZiza

En Son Yazılar

randomposts