Hayal bile değildi uçmak...
Adının Murat olduğunu sonradan öğrendiğimiz kızıl güvenlik görevlisi, bizim odasında ne işimiz olduğunu sorduğunda... Bir süre evelemeden gevelemeden sonra, dürüstlüğü seçip, kaçacağımızı itiraf ettik. Güldü Murat... Epey bir güldü... "Siz buradan nasıl kaçacağınızı zannediyorsunuz" demesi ile anlattı tüm hikayesini...
Murat burada çalışan bir çok kişinin koşullardan rahatsız olduğunu ancak isteseler bile işi bırakamadıklarını, geçmişteki bir çok firar'ın başarısız ya da sonunun kötü olduğundan bahsetti.
- Siz,... dedi ...yine şanslısınız. Lazımsınız çünkü bunlara.
Bunun üzerine uzun uzun konuştuk. Bizi kullanacaklarını biliyorduk elbette ama daha gelecek insanların olduğunu bilmiyorduk. Biz sadece ilk iki idik. Diğerleri geldikçe Murat'ın odasını toplanmak için kullandık. Artık plan kesindi ve Murat da içindeydi...
Bir kaç güne hocam tekrar geldi, artık hocam demek tiksindiriyor ya... Fakat farkettiğim önemli bir şey oldu. Zira hocam sadece bir anlaşma ortağı da değildi. Benimle konuşurken yüzüme bile bakmadı bu sefer. Lanet ettim kendisine ve yaptıklarına...
- Hiçbir şey yaptıramayacaksınız bana ve diğerlerine, bunu bir kere aklınıza sokun artık!!!
- Aziz... Aziz! Keşke her şey senin benim isteğimle olsaydı... Ama yapacaksınız, daha durun hele, daha durun...
Bu konuşmanın üzerine arkadaşım ile Murat'ın odasına gittik... Artık harekete geçmek gerekli idi. Uzun konuşmaların ardından, Murat'ın odasına saklanmaya karar verdik, hep beraber, 8 kişi. Başlangıcı biraz zor bir plandı bu zira, kaçmış süsü vererek bir kaç günü Murat'ın odasında geçirecektik. Daha sonra zayıflayan güvenlikten faydalanıp, gerçek firarı gerçekleştirecektik.
Kafama takılan yakında bir yerleşim birimi olmamasıydı. "Peki nasıl ulaşacağız bir yerlere" dediğimde Murat'a, yakında bir dağ evi olduğunu ve yamacın ters tarafında olduğu için buradan görünmediğini, orada bir yardım ateşi yakıp bekleyeceğimizi söyledi...
3 gün sonrası olağan bir kutlama günü idi orada. Büyük bir aile burada ikamet eden. Aile mafya işlerinden bağımsız yaşıyor. Adları temiz yani anlayacağınız. Eğlence erken başlasa da, kutlama yemeğinin yeneceği sırada hafiften başlayan rüzgar, bir anda güçleniyor yağmurla beraber...
O zaman ilk defa duydum ne olduğunu Peri Fırtınası'nın... Anons yapılıyor aile üyelerinden biri tarafından: "Sevgili dostlar, aldığımız rapora göre, Peri Fırtınası bu sene beklenenden erken geldi. Sizden isteğimiz evde kalmanız ve odalarınızdan dışarı adım atmamanız. Can sağlığınızı düşünüyorsanız, bu duyuruyu lütfen dikkate alınız!"
Murat, Peri Fırtınası'nın inaılmaz bir fırtına olduğunu söyledi. Fırtına çok kuvvetli olmasa da, yeri gerçek anlamda yerinden oynatan bir fırtına idi... ve Murat ekledi: "İşte bizim için fırsat budur!"
Fırtına'nın tüm elektrik sistemini alt üst etmesi ile birlikte fırladık dışarı hep beraber ve ilerlerken birden büyük bir sarsıntı ile yarıldı yer... Tepenin ortasında kocaman bir çatlak oluştu. Tam o çatlağa doğru bakarken, göklere yükselmeye başladık!!! Fırtına kara parçasını havalandırmıştı, üzerinde bulunduğumuz... ve yükseldik... Koca kara parçası uçuyordu adeta... Ancak kısa bir süre sonra alçalmaya başladık. Fakat yükseldiğimizden çok alçalıyorduk. Uzun bir süre geçtikten sonra, tam da planladığımız dağın yamacına çakıldık...
Etrafa bakmamla beraber yaşadığım şok bir ayrı olsa da Murat aldırmadan, küçük bir yokuştan aşağı inerek yakmak için bir balya aramaya gitti... Mimarisi hiç de hoş olmayan, farklı bir yere düşmüştük biz... Bu dağ evi hiç rahat vermiyordu zira, Murat'ın yaktığı turuncu saman balyası da...
- Murat! Nerede olduğumuzun farkında mısın? Burası hiç bir dağ evine benzemiyor!!
- Farkındayım, ama kaybedecek vaktimiz yok, nihayetinde dağın yamacında hala bir dağ evi...
- Yukarıda birileri var? Onlardan yardım isteyelim... dedim tam o anda, yukarıda farkettiğim iki insanı görür görmez.
Genişçe yokuşu çıktıktan sonra tam yardım isteyecektik ki, gördüğümüz görüntü kaçmamızı gerektiriyordu, zira oradakiler, insan değil, uzun kafalı, kırmızı gözlü yaratıklardı... Diğerlerinin yanına koştuk direk ve oradan kısa bir yürüşüyün ardından tamamı Roma tarzında, taşlardan yapılmış bir şehre girdik. Lakin her yer, o garip insanlardan doluydu. Kör olduklarını o ara farkettik.
Şehrin içinde koşarken birden bir labirent'e girdik... Nereye gideceğiz, derken labirentin içinde karşımıza, yanımızdaki 4 kızın babaları olduğunu iddia eden, neredeyse aynı takım elbiseyi giyinmiş ellerinde şemsiye 4 adam çıktı...
"Oh şükür, bulduk kızlarımızı!!!" diyerekten bize doğru yaklaşırlarken durdurduk onları ve kızlara döndük: "Bunlar babalarınız mı sizin?"
Biri cevap verdi:
- Evet, ama babam ne böyle giyinir ne de konuşur. Ben hiç hoşlanmadım bu durumdan...
Bunun üzerine adamları başımızdan savıp devam ettik labirente ve bir şehre çıktık yine... Soğuk, donuk, karanlık ama kalabalık bir şehre... Sağa sola bakınırken, tabelalarda, reklamlarda yazan Kril alfabesini farkettik. Tam kril alfabesinden dolayı herhalde Rusya'da bir yerde olsak diyecektim ki, yazanlar Türkçe idi!
O an neye uğradığımızı şaşırarak devam ettik ve ilk karşılaştığımız iki kıza sorduk: "Neler oluyor, neredeyiz biz?"
Kızlar şaşkın şakın birbirine bakıp:
- Eski Türkçe? Eski Türkçe mi konuştu bunlar? dediler... Kzıların konuştuklarını az buçuk anladık...
- Niye kril alfabesi kullanıyorsunuz?
- Kril alfabesi ne demek ya? Başka alfabe var sanki... Bin yıllardır bu alfabeyi kullanıyoruz...
- Bin yıllar?
- Dalga mı geçiyorsunuz bizimle?
- Afedersiniz ama hangi yıldayız biz!
- 27152!!!
Hayır, hayır, hayır! 27152? Nasıl yani....Bir an her şey değişti, çevreye bakışımız, algımız... Peki neden süper modern bir şehirden öte '80 Yugoslavya'sı tadı veriyordu heryer?
Kızlar devriye polislerini aradılar derhal. Polis geldi, gecikmeden. Kırmızı ilginç bir kıyafet giyiyorlardı. Bizi anlamakta zorluk çektikten sonra damgamızı göstermemizi istediler bizden. Damga?? Bir süre birbirimizi anlamaya çalıştıktan sonra, Murat cebinden kimliğini çıkardı ve bunun üzerine gerçekleşen uzun telsiz görüşmelerinden sonra, tutuklanarak bir polis trenine bindirildik. Şehrin tramway hattında dolaşan bir polis treni.
Murat'ı yanıma oturttum trende... 25 bin yıl. Yüzyıl değil, bin yıl değil, 25 bin yıl geleceğe gitmek!!? Tam o esnada arkamdan kulağıma fısıldadı birisi: "Ne hissettiğinizi ben çok iyi biliyorum, evet 25 bin yıl!!!"....
O fısıltıyla birlikte odamda buldum kendimi. Sağıma soluma bakındım. Omzumda inanılmaz bir ağrı vardı... Bir iki saniyeden sonra farkettim uyandığımı...
Uyuyakalmak kötü... Hele ki ters bir şekilde, omzun üstüne yatarak. O değil de, hâlâ acıyor omzum...
(Resimler: A.Izbicki, Roberto Emilio González G., Alex Popescu)
2 yorum:
Bir süre buralarda olacağım.
Dostlukla kal Azizcim.
http://ebruozgun.blogspot.com/
Teşekkür ederim... Ben de takibinde olacağım... :)
Yorum Gönder