Elma Meselesi
H. Aziz KAYIHAN
Ağustos 26, 2007
Hayat size ne ifade eder hiç düşündünüz mü?
Bazen bu en düşünülesi konuyken insan hayatında, kimisi sallar geçer. Bazıları ise, hayata tutunabildiği ölçüde değer verir ve tutunduğu kişileri hayatı kılar.
Kimdir ki tutunduğunuz insanlar sizin için. Anne, baba, aile, arkadaşlar, sevgili, eş, çocuk, kardeş, öğretmen...? Kimdir?
Ya da soruyu şöyle sormak çok daha makbul galiba: İnsanları nasıl sınıflandırırdınız?
Maalesef ki bir çok ademoğlu için bu durum böyle. Ben pek hoşnut kalmazdım herhalde bu sorudan. Düşünsenize, "çayınızı nasıl alırdınız?" sorusundan pek farkı varmış gibi görünmüyor değil mi... Bağdaştıralım o zaman bu iki soru cümlesini biraz daha derinden...
En olağan bir günde, en olası bir mekanda (okul, ev, arkadaş ortamı, otobüs, vıdı vıdı...) herhangi bir insanla tanışıyorsunuz... Tanışmanın şekli önemli değil. Ama klasik bir canlandırma diyaloğu kurulabilir bunun üzerine:
Erkin: Aziz n'aber abi nasılsın?
Aziz: İyidir be n'olsun, senden?
Erkin: İyilk be koçum, dur unutmadan tanıştırayım, arkadaşım (herşeyi olabilir zaten bu kişi Erkin'in kardeş, kuzen, sevgili..) Esra.
Aziz: Merhabalar Esra, -bildiğin üzre- Aziz. Memnun oldum. (Yeni tanıştığın bir insana memnuniyetini belirtmek zorunda değilsindir ki, bu cümleyi şu şekilde de kurabilirdik herhalde: Esra, seninle tanıştığım için o kadar mutlu ve mesudum ki... :D )
Esra: Ben de memnun oldum....
Vel'hasıl bu diyalog uzar. İçeriği yukarıda bahsi geçen insanların kişiliklerine göre değişkenlik gösterebilir. Bir süre bu üçlünün muhabbeti devam eder ve bu muhabbet sonrasında Esra ile bir kaç değişik ortamda da bir araya gelinir. (Esra ismi tesadüfen ortaya çıktı, Sümeyra da olabilirdi o kişi, yada Veli, Ali felan bile olabilirdi... ) Sürekli muhabbet muhabbet kaynaşılır ve artık bir nebze her iki insan birbirini tanır. Telefonlar alınır, -teknolojinin gözü kör olsun ki- msn kimlikleri alınır ve birşeyler başlar...
İşte bu noktadan sonra zavallı bir ademoğlu olan Esra'nın (havvakızı demek daha mı doğrudur acaba? ) kafasının içindeki ikinci, üçüncü, beşinci kişilikler konuşmaya başlar: Aziz'i nasıl alırdınız? Bir arkadaş olarak mı? Bir dost olarak mı? (Sen dostumsun, sen arkadaşımsın ayrımı yapan insan evlatları bulunduğu için bu soruları lütfen normal karşılayın..) Erkin'den daha yukarı mı alsak aşağı mı alsak? Erkin neyim ki? Ailemin olduğu sınıfa mı koysak, yoksa sevgili sınıfına mı? Acaba Aziz için ayrı bir sınıflandırma yapsak da oraya mı koysak? (Bakmayın bir de abzürt ne olduğu belirsiz sınıflandırmalar vardır ya, onlar beni çileden çıkarır. "Ama o benim Kankam, onunla öyle konuşma..", "Seni Ex'imle tanıştırayım" yada "Hayır, Mehmet benim sevdiğim, onun yeri ayrı ama Ahmet'de hoşlandığım" diyaloglarındaki Kanka, Ex, Çıktığım, Hoşlandığım gibi sınıflandırmalar...) Aziz' i acaba sarımsaklasak da mı saklasak, sarımsaklamasak da mı saklasak?...
Esra'nın kafasının içindeki boş ve gereksiz sorular döne dursun, içerideki kavram karmaşasının yarattığı depresyon durumu Esra'nın hayatına yansımıştır çoktan. Bu karmaşadan kurtulup dışarı çıkan kelimeler çok komik olsada genele baktığımızda insanlar için -ne yalan söyleyeyim- kırıcı olabilir:
"Aziz, ben seni seviyorum, ama arkadaş olarak, yanlış anlama yani"
"Aziz çok iyisin, hoşsun bana değer veriyorsun ama ben kafamda bir Aziz karakteri oturtabilmiş değilim."
"Aziz, bana bu kadar değer verme çünkü ben sana değer veremiyorum, yani veriyorumda, seni kalbimde bir yere koyamıyorum, yani kalbimdesin de, bazen kafam karışıyor, ama bak yanlış anlama bunun senle bir alakası yok, yani aslında var da, bunlar sadece benim düşündüğüm şeyler........" (bu tırnağın içi uzaaar gider. Esra'yı anlarsınız ve anlamazsınız :D )
Hayatımız bazen bir parça böyle bir silsile içersinde geçer.
Tekrar sorumuza dönelim. Şu noktada Esra'nın kafasının içindeki seslerle (Aziz' i nasıl alırdın?) "Çayı nasıl alırdın?" sorusu arasında hiçbir fark kalmaz. Nihayetinde Zavallı bizlerin düşünce sistemi, alttan alta (bilinçaltı yapıyor bu işi) Çay ve Aziz' i çakıştırır ve Aziz'in bir çay kadar değersiz olmadığı gerçeği "Ama nasıl olur?" haykırışlarıyla sizi depresyona itebilir.
İyi de bizler bu sınıflandırmalara niye ihtiyaç duyarız ki? Hayatınızda kaç tane sınıflama var hiç saydınız mı? ( -İstemeyen bu parantezi atlayabilir- Annem, babam, kardeşim, dayım, halam, eniştem, arkadaşım - bir de arkadaşın türevleri vardır ki önüne sıra, okul, hayat, sınıf, çocukluk, asker, mahalleden, yazlıktan... gibi ekler getirelerek türetilir-, dostum, kankam, kankim, hoşlandığım, çıktığım, sevgilim, eşim...... daha devam etmek istemiyorum, sonu yok bu listenin.)
Peki önemli olan, bir insanı bir sınıfa koymak mıdır, yoksa bir insanı sevmek ve ona sevdiğiniz doğrultuda değer vermek midir?
Sizler ne düşünürsünüz bilmem ama, ben ikinci seçeneği tercih ederim. Bir insanı sadece seversin. başka bir açıklaması olamaz. Ne annemi anne, ne de babamı baba sıfatında oldukları için severim. Ben onları yıllarca aramızda oluşan bağdan ötürü severim, aramızdaki dayanışma ve ilişkiden ötürü. Anne, baba, sadece bir örnek olabilir. Çevremde yaşayan, ve bir parça görüştüğüm her insanı hiçbir sıfata koymaksızın severim ve bu doğrultuda değer veririm.
Böyle olması gerektiğini düşünüyorum en azından. Tabii ki bakmayın, burada yazanlar benim naçizhane, kendime ait düşünceler.. Ama bir dip not düşmeden de edemeyeceğim:
Bırakın insanlar sizi istedikleri kadar sevsin, istedikleri kadar size değer versinler. İnsanların size olan sevgisi yalnızca onları bağlar, sizi değil. Goethe sevgilisine "Ben seni seviyorsam bundan sana ne!" demiş bir akşam yemeğinde. Aynen bu durum yani.
İnsanlara içinizden geldiği için değer verirsiniz. Onlar size değer veriyor diye değil. Ve bir insan sizi gerçekten seviyor ve size gerçekten değer veriyorsa, sizin ona karşı duygularınız nefretten bile öte olsa umursamaz sizin düşüncenizi.
Bu konu için ne güzel demiş Nazım Hikmet: "Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı!"
Hayat bir elma meselesi değil mi ki zaten... :)
Bazen bu en düşünülesi konuyken insan hayatında, kimisi sallar geçer. Bazıları ise, hayata tutunabildiği ölçüde değer verir ve tutunduğu kişileri hayatı kılar.
Kimdir ki tutunduğunuz insanlar sizin için. Anne, baba, aile, arkadaşlar, sevgili, eş, çocuk, kardeş, öğretmen...? Kimdir?
Ya da soruyu şöyle sormak çok daha makbul galiba: İnsanları nasıl sınıflandırırdınız?
Maalesef ki bir çok ademoğlu için bu durum böyle. Ben pek hoşnut kalmazdım herhalde bu sorudan. Düşünsenize, "çayınızı nasıl alırdınız?" sorusundan pek farkı varmış gibi görünmüyor değil mi... Bağdaştıralım o zaman bu iki soru cümlesini biraz daha derinden...
En olağan bir günde, en olası bir mekanda (okul, ev, arkadaş ortamı, otobüs, vıdı vıdı...) herhangi bir insanla tanışıyorsunuz... Tanışmanın şekli önemli değil. Ama klasik bir canlandırma diyaloğu kurulabilir bunun üzerine:
Erkin: Aziz n'aber abi nasılsın?
Aziz: İyidir be n'olsun, senden?
Erkin: İyilk be koçum, dur unutmadan tanıştırayım, arkadaşım (herşeyi olabilir zaten bu kişi Erkin'in kardeş, kuzen, sevgili..) Esra.
Aziz: Merhabalar Esra, -bildiğin üzre- Aziz. Memnun oldum. (Yeni tanıştığın bir insana memnuniyetini belirtmek zorunda değilsindir ki, bu cümleyi şu şekilde de kurabilirdik herhalde: Esra, seninle tanıştığım için o kadar mutlu ve mesudum ki... :D )
Esra: Ben de memnun oldum....
Vel'hasıl bu diyalog uzar. İçeriği yukarıda bahsi geçen insanların kişiliklerine göre değişkenlik gösterebilir. Bir süre bu üçlünün muhabbeti devam eder ve bu muhabbet sonrasında Esra ile bir kaç değişik ortamda da bir araya gelinir. (Esra ismi tesadüfen ortaya çıktı, Sümeyra da olabilirdi o kişi, yada Veli, Ali felan bile olabilirdi... ) Sürekli muhabbet muhabbet kaynaşılır ve artık bir nebze her iki insan birbirini tanır. Telefonlar alınır, -teknolojinin gözü kör olsun ki- msn kimlikleri alınır ve birşeyler başlar...
İşte bu noktadan sonra zavallı bir ademoğlu olan Esra'nın (havvakızı demek daha mı doğrudur acaba? ) kafasının içindeki ikinci, üçüncü, beşinci kişilikler konuşmaya başlar: Aziz'i nasıl alırdınız? Bir arkadaş olarak mı? Bir dost olarak mı? (Sen dostumsun, sen arkadaşımsın ayrımı yapan insan evlatları bulunduğu için bu soruları lütfen normal karşılayın..) Erkin'den daha yukarı mı alsak aşağı mı alsak? Erkin neyim ki? Ailemin olduğu sınıfa mı koysak, yoksa sevgili sınıfına mı? Acaba Aziz için ayrı bir sınıflandırma yapsak da oraya mı koysak? (Bakmayın bir de abzürt ne olduğu belirsiz sınıflandırmalar vardır ya, onlar beni çileden çıkarır. "Ama o benim Kankam, onunla öyle konuşma..", "Seni Ex'imle tanıştırayım" yada "Hayır, Mehmet benim sevdiğim, onun yeri ayrı ama Ahmet'de hoşlandığım" diyaloglarındaki Kanka, Ex, Çıktığım, Hoşlandığım gibi sınıflandırmalar...) Aziz' i acaba sarımsaklasak da mı saklasak, sarımsaklamasak da mı saklasak?...
Esra'nın kafasının içindeki boş ve gereksiz sorular döne dursun, içerideki kavram karmaşasının yarattığı depresyon durumu Esra'nın hayatına yansımıştır çoktan. Bu karmaşadan kurtulup dışarı çıkan kelimeler çok komik olsada genele baktığımızda insanlar için -ne yalan söyleyeyim- kırıcı olabilir:
"Aziz, ben seni seviyorum, ama arkadaş olarak, yanlış anlama yani"
"Aziz çok iyisin, hoşsun bana değer veriyorsun ama ben kafamda bir Aziz karakteri oturtabilmiş değilim."
"Aziz, bana bu kadar değer verme çünkü ben sana değer veremiyorum, yani veriyorumda, seni kalbimde bir yere koyamıyorum, yani kalbimdesin de, bazen kafam karışıyor, ama bak yanlış anlama bunun senle bir alakası yok, yani aslında var da, bunlar sadece benim düşündüğüm şeyler........" (bu tırnağın içi uzaaar gider. Esra'yı anlarsınız ve anlamazsınız :D )
Hayatımız bazen bir parça böyle bir silsile içersinde geçer.
Tekrar sorumuza dönelim. Şu noktada Esra'nın kafasının içindeki seslerle (Aziz' i nasıl alırdın?) "Çayı nasıl alırdın?" sorusu arasında hiçbir fark kalmaz. Nihayetinde Zavallı bizlerin düşünce sistemi, alttan alta (bilinçaltı yapıyor bu işi) Çay ve Aziz' i çakıştırır ve Aziz'in bir çay kadar değersiz olmadığı gerçeği "Ama nasıl olur?" haykırışlarıyla sizi depresyona itebilir.
İyi de bizler bu sınıflandırmalara niye ihtiyaç duyarız ki? Hayatınızda kaç tane sınıflama var hiç saydınız mı? ( -İstemeyen bu parantezi atlayabilir- Annem, babam, kardeşim, dayım, halam, eniştem, arkadaşım - bir de arkadaşın türevleri vardır ki önüne sıra, okul, hayat, sınıf, çocukluk, asker, mahalleden, yazlıktan... gibi ekler getirelerek türetilir-, dostum, kankam, kankim, hoşlandığım, çıktığım, sevgilim, eşim...... daha devam etmek istemiyorum, sonu yok bu listenin.)
Peki önemli olan, bir insanı bir sınıfa koymak mıdır, yoksa bir insanı sevmek ve ona sevdiğiniz doğrultuda değer vermek midir?
Sizler ne düşünürsünüz bilmem ama, ben ikinci seçeneği tercih ederim. Bir insanı sadece seversin. başka bir açıklaması olamaz. Ne annemi anne, ne de babamı baba sıfatında oldukları için severim. Ben onları yıllarca aramızda oluşan bağdan ötürü severim, aramızdaki dayanışma ve ilişkiden ötürü. Anne, baba, sadece bir örnek olabilir. Çevremde yaşayan, ve bir parça görüştüğüm her insanı hiçbir sıfata koymaksızın severim ve bu doğrultuda değer veririm.
Böyle olması gerektiğini düşünüyorum en azından. Tabii ki bakmayın, burada yazanlar benim naçizhane, kendime ait düşünceler.. Ama bir dip not düşmeden de edemeyeceğim:
Bırakın insanlar sizi istedikleri kadar sevsin, istedikleri kadar size değer versinler. İnsanların size olan sevgisi yalnızca onları bağlar, sizi değil. Goethe sevgilisine "Ben seni seviyorsam bundan sana ne!" demiş bir akşam yemeğinde. Aynen bu durum yani.
İnsanlara içinizden geldiği için değer verirsiniz. Onlar size değer veriyor diye değil. Ve bir insan sizi gerçekten seviyor ve size gerçekten değer veriyorsa, sizin ona karşı duygularınız nefretten bile öte olsa umursamaz sizin düşüncenizi.
Bu konu için ne güzel demiş Nazım Hikmet: "Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı!"
Hayat bir elma meselesi değil mi ki zaten... :)